Efsaneye göre Zeus, insanları cezalandırmak için kadını yaratır. Adını da “bütün tanrıların armağanı” anlamına gelen “Pandora” koyar. Dillere peleseng olmuş “Pandoranın kutusu” hikayesinin başladığı noktada işte tam burasıdır. Londra gezi yazıları yazarken nerden çıktı Antik Yunan efsaneleri dediğinizi duyar gibiyim… İşte tam da bu esnada kulaklarımıza o büyülü ses, Charles Aznavour’dan ‘She’ şarkısı çalınır. Siz açılmaması gereken o kutuyu açar, tıpkı ‘Notting Hill’ filminin ilk sahnesinde ki gibi, sokaklarını seyre dalarsınız.
Pandora kutuyu açarak kötülüğün dünyaya yayılmasına sebep oluyor. Ancak bizim hikayemizde durum bunun tam tersi. O kutuyu açtığınızda, yani Notting Hill’e adımınızı attığınızda, beklenmedik güzellikler hayatınıza, “Hoş bulduk” diyerek giriş yapıyor. İnsana ilham veren bir yer. Sokakları, renkli duvarları, ihtişamlı viktorya tarzı evleri ve kenarda köşede saklı kalmış hissi veren pub’ları ile bitmek bilmeyen bir keşfetme arzusu içinizi kaplıyor. Öyle anlar oluyor ki insan kendini orayı keşfeden nadir insanlardan biri gibi hissediyor. Gidende bir daha gitme isteği uyandıran yerlerin başında ise The Windsor Castle ve Churchill Arms bulunuyor.
Okuduğum bir kitabın yazarı şöyle demişti, “Düşleri gerçek sanmaya başlarsan onlarda kusur bulmaya başlarsın.” Notting Hill’i benim zihnimde güzel kılan şey sanırım orayı gerçekmiş gibi görmemem. Orayı düş kılan yerlerin başında Portobello bulunuyor. Portobello Road, benim için, bir anlamda zamanlar arası geçisin kapısı gibi.(Kalabalık günlerini yani haftasonunu saymıyorum, o zamanlar ızdırabın ana merkezine dönüşebiliyor) Alışık olmadığın bir dünyayı meraklı gözlerle gezmek. İçinde yaşadığın kültüre yaklaşma çabası yada sadece bir keşif duygusu… Antikacıda gördüğün pusula ile okyanus sularının azgın dalgalarında sefere çıkarken, dükkan sahibinin gelip de, “Yardımcı olabileceğim birşey var mı?” sorusuyla bir hışımla dümen kırıp seferden geri dönmek. Mübalağ gibi gelebilir bu hissettiklerim ama fazlası var, inanın eksiği yok. Antikacıdan çıkıp soluğu aldığınız ikinci durak İngilizlere has porselenlerin olduğu dükkan. Gümüş çatallara dokunurken kenarda duran bardaklara gözünüzün takılmasıyla dükkanın bir anda boyut değiştirmesi. Jane Austen romanlarından aşina olduğumuz 18.yüzyıl İngilteresi, o uzun yemek masaları ve etrafında kabarık etekleriyle dolanan kadınların bir anda hayat bulması.
Düş dünyasında yaşamayı seven insanlar için hayal kurduracak bir sürü öğe sanki tesadüfen ordan geçiyormuş da sonradan yerleşik olma kararı almış gibi bir biri ardına dizilmiş. Bunları görebilmek için sanırım sadece meraklı olmak yeterli. İşte bu merak, düş sokaklarını gezerken sizi bir kapının önünde sabit tuttabilir. İçerde ne görebilirim merakı ‘Girsem mi, girmesem mi?’ tereddütüyle birleşebilir ve adımlarınızın bedeninizden bağımsızca hareket etmesine sebep olabilir. İşte tam bu an’da kapının üzerinde gördüğünüz yazıyla merak duygunuz arasında ki gel gitten kurtulup adımınızı atarsınız; ‘Museum of Brands, Packaging & Advertising’
Adımınızı atar atmaz geçmiş ve bugün sanki yıllardır sizi bekliyormuş gibi kapıda karşılıyor. Viktorya döneminden günümüze kadar uzanan kocaman bir liste ve 12 bin ürün. İçinde ne yok ki, 120 yıllık bir tarih, ambalajlar, reklam afişleri, kartonlar, şişeler kısaca tüketim kültürünün koca bir tarihi. Herkes kendi çocukluğuyla bağlantı kurabileceği birşey bulacaktır. Çoğu marka ve ambalaj bana yabancı olsa da ben kendi çocukluğumla bağlantı kuracak noktalar buldum. Hayatı siyah beyaz gördüğüm Grundig marka televizyonumuz ve TRT’li yıllar. O narin sesiyle kulaklarımıza, “Akar akar billur tuz,” diye fısıldayan teyze, müzeyi gezerken size eşlik edebilir. Öyle bir yerdesiniz ki geçmişte bıraktığınız en güzel anılar yanınıza gelip “Gel hele bi hasbihal edelim,“ diyor. Kim böylesi güzel bir teklife hayır der ki? İngiliz markalarının arasında dolanırken çocukluğunuzla konuşma fırsatı sunan müze…Persil’in geçmişten bugüne nasıl bir ambalaj politikası izlediğine bakarken üç nesilden fazlasını büyüten Ayşe teyze yanınıza gelip, “ACE lekeleri çıkarır, çamaşırları yıpratmaz,“ diyebilir yada evde ki en eski bulaşık makineniz aklına gelir hem de şu sloganla,“Mintaxla canım mintaxla.”İngiliz yazar Jonh Berger görmenin, sözcüklerden önce geldiğini söyler. Bu müze bunun bir nevi kanıtı.
Fransız ressam Henri Matisse, “Görmek, yenilenmenin başlangıcıdır,’ diyor. Şayet öyleyse Notting Hill, görmek için de yeni bir yolculuğa başlamak için de ideal bir bölge. Gireceğiniz her sokak bir filmin platosu gibi, ne hayaledilebilecek bir düş, ne de gerçekleşmesi imkansız bir hayal. She şarkısında da olduğu gibi ‘She may be the face I can’t forget’ ya da ‘She may be the mirror of my dream’.
TUĞBA ÜLGER – LONDRA