Bazen en sevdiğimiz arkadaşlarımız bizleri yarı yolda bırakabilirler. Ya gönül sevdasına düşerler. Ya bir maceranın peşine takılıp giderler. Ya da hayatımızdan tamamen taşınıp bir bye bile demeden ayrılırlar. İşte bu zamanlarda kendimizi doğal olarak yalnız hissederiz.
Tekrar bir arayış içine gireriz. Bizi kucaklayacak. Dertimizi dinleyecek. Güvenilir bir kapı ararız. İşte bu kapıyı sonuna kadar açık tutan bütün muhteşemliği bizlere kollarını açan Londra karşımıza çıkar…
Metrodaki yoğun mesai saatlerinde oluşan kalabalık ortam aslında ihtiyaç duyduğunuz o kucaklamayı sağlıyor. Bununla yetinmeyip başınızı omuzuna rastlayıp uyuyabileceğiniz bir kişide karşınıza çıkabiliyor. Hatta metro yolculuğunuz esanasında gizemli bakışmalardan bir hayat arkadaşıda bulmanıza vesile olmuş olabilir.
Hiçbir sebep yokken bazen sinirlenirsiniz. Sizi bir şekilde sakinleştirmeye çalışır. Bazende kaçıp haykırmak istersiniz. Bu imkanı yem yeşil parkları ile sizelere sunar. Moralsizkende içinizi yağmur yağışları ile biraz olsun ferahatlatır. Yani bu şehir sizi mutlu edecek elbet bir şeylerle karşılaştırır.
300 farklı dilin konuşulduğu bu şehirde elbet sizin dilinizi anlayıp konuşan biri vardır. Ve ne olursa olsun, bu şehir ne kadar büyürse büyüsün, değişirse değişin sizin için her zaman orada olacakdir. Sıcaklığı ve sammiyeti ile size göz kulak olmak için her daim yani başınızda duracakdir…
GRAFIK: DAVID PILGRIM